#susarakozluyorum

Özlem'in İçimi Oyduğu Yer

15 Ekim

Şehirlerarası otobüs yolculuklarında kafamı cama yasladığım zaman,içimde çalan şarkılarla,içinden geçeceğim evleri düşünerek otogara doğru gidiyordum.
Hikayelerini merak ettiğim pencerelerin  önüne koyulan çiçekler kadar heyecanlıydım.
otogara varıp çantamı yerleştirdikten sonra koltuğuma oturdum.
Arkamdan el sallayacak kimse yoktu,cama ellerini yapıştırıp,gözlerini arkada bıraktıklarına diken insanlara baktığımda,içimin sesini duydum.

Kalbime çengelli iğne ile takılan cümleler,içimde çalan şarkılar,çantamdaki kitaplarım,belli belirsiz suretler ve her gün şiddetini artıran bir özlem duygusuyla yol almaya hazırdım.
47 kişilik bir otobüste herkes çift koltukta otururken benim tekli koltuğu seçmem ile göğsümü oyan özlem duygusu aynı anlama geliyordu.
Yol akmaya,gündüz geceye,evler yuva olmaya başlamışken,gözbebeklerim içlerinde evlerin pencelerini taşıyordu.
Pencerelere bırakılan çiçekleri düşündüm ve ardından orayı yuva bilen kuşları.
Bu naiflikle mutlu olan insanları.
İçimdeki şarkı bir ordu kalabalığında,beynimin her hücresine ateş edip ilerliyor ve ben hayatın herşeye rağmen devam ettiğini görüyordum.Özlemin içimi oyduğu yerin beni öldüreceğini düşünmeme rağmen,başka hikayelere tanıklık etme isteğimi,içimin oyulan yerine sürülen merhem gibi görüyordum.Ölmüyordum.Beni yaralayıp aynı zamanda iyileştiren tek dermanı içimde taşıyordum.İçimde taşıdıklarımın her birinden teker teker ayrılmak isteği ile çıktığım bu yolda,aslında hepsi benimle birlikte bu koltuğa oturmuştu.Lambalar sönmüş,geriye kalan 46 kişi uykuya dalmışken gecenin garipliği daha da belirmişti kafamı yasladığım camda.
Ayaklarımı karnıma kadar çekip,bir cenin pozisyonu almıştım.
Boğazımdan aşağıya inmeyen adını bilme acısına alışmayı öğrenmeliydim.
Aklımı delice bir fikir yalayıp geçti o an.Şimdi ayağa kalkıp,herkesi teker teker uyandırdıktan sonra her birine soracağım soru;
Özlediğin biri var mı ?Birini özlediğinde bu duygu ile nasıl başa çıkabiliyorsun?
İçin oyuluyor mu bir bıçak ile?Seni öldürmeyen şeyin güçlendirdiğine inanıyormusun?

Mesela ben her sabah,evden dışarı çıkıp karışacağım insan kalabalığını düşündüğümde vücudumdaki her gözeneğin içine zehir salınırmışcasına bir acı ile uyanıyorum.Binlerce insanın yürüdüğü o yollarda,içimi hergün derine oyan bu özlem duygusu ile başımı yerden kaldırıp hayata bakma gücünü kendimde bulmanın ne kadar güç olduğunu sizlere nasıl telaffuz edeceğimi bilemiyorum.Bakın ellerime,bu ellerim ile bir çare bulmam gerekirken,çareyi bulacak dermanı başka hikayelerle tanışma isteği ile bulmaya çalışıyorum.Bana hikayelerinizi anlatın lütfen.Kursağınızda kalan her kelimeyi kusmanıza ihtiyacım var.
Yeri geldiğinde inanmışlığınızın verdiği pişmanlığın,hepinizin hayatında oluşturduğu keşkelere, sırtınızı dayadığınızı biliyorum.Çünkü inanmışlığımız kırılmışlığımız dışında hiç birşeyimiz yok,yani en azından benim yok. Bir de onun adı var.Size onun adını söyleyemem ama içimin oyulan yerini gösterebilirim.İçimin oyulan yerine rağmen güzel ve ben bu rağmenliğin acısıyla yaşıyorum.
İnanmak için ispat ister misiniz yoksa söyleyecek misiniz?
Her birinizin cevabını taşıyacak kadar güçlü görünmeyebilirim ama hamala ne taşıyıp ne taşımayacağı sorulmaz.
Hadi bekliyorum kuşanın cümlelerinizi,teker teker ateşleyin gece uzun.

Bir düşün içinden uyandım sanki,ayaklarım uyuşmuş kollarım buz kesmişti.Gecenin ortasına gelmiştik.Lambalar teker teker yanmaya başlamıştı,gecenin garipliğine mola verilecekti.Kimse yerinden kıpırdamadı,herkes uykunun en derin halindeydi.Kapılar açıldığında gecenin ayazı yüzümü kesecek kadar keskindi.Masaların hepsi boştu,birine oturup son kalan sigaramı yaktım.Sırtımdaki hırkaya iyice büründüm,garsonun bıraktığı çay bardağına sarılmak istedim.İçimdeki şarkı tekrar başlamıştı.Otobüsteki herkesin uyuması onları aynı yaparken,benim senin adını bile söyleyememem beni tek kişi yapmaya yetiyordu.
Hayatın beni sınava tabi tuttuğu bu gece ile sabahın arasında kalmış saatlerde,
garsona dönüp dedim ki;

Sigaran var mı ?

İçimdeki şarkı adeta dört nala koşan bir at gibi;

duydum çok sonradan adın önemli değil,acın aynı tadı veriyor zaten.

#guzeladamlarmasasi

Niyetimin Mektubu,Eylül'ün Masası

24 Eylül

Güneş ışıklarının karşı duvarda dansına uyandım bu sabah.
Yanıbaşımda ki saate baktım,7.30 du.Gece boyu dönüp durmuştum yatakta,ertesi günün heyecanı odanın her yanına yansımış,gözümü bir türlü kapatamamıştım.
En son saate baktığımda 4.00'ı gösteriyordu.3,5 saatlik uykuyla ayaklarımı yataktan aşağıya salladım.
İşte o ses.
Çıplak ayakların o tahtalar üzerinde çıkardığı o eve ait olma hissi.
Kalkıp camları açtım ve sonbabahar tüm güzelliğiyle odamda,evimde,bahçemdeydi.
Sonbahar bendim,sonbahar yıllardır beklediğim bugündü.

Uzun yıllar geçmişti
Bugünlere gelebilmek için uzun zamanlar beklemiştik.
Beklemek.Hayatın bize sunduğu en büyük imtihanlardan biri değilmiydi?
O an Ümit Hocamın beklemeye dair o güzel sözü kulaklarımı selamlayıp geçti;
Kızım;beklemek insan nefsine en ağır gelen yüktür,nefsin kuvvetliyse kazanan sen olursun,kuvvetli değil ise zaten hiç bekleme.
Yapamayacağını kendine yüklemen,Allah'ın sana verdiği cana zulümdür.

5 yıl geçmişti aradan.
Herkesin ait olduğu yeri bulabilmesi için 5 yıl beklemiştik.
Bulabilmişmiydi herkes bilmiyordum.5 yıl önce bir masa da otururken söylemiştim;Bundan 5 yıl sonra herkes olmak istediği yerde olduktan sonra benim mekanda o masa da toplanacağız,kimle isterseniz onunla gelin,bulamadıysanız da beraber buluruz  ait olacağınız yeri.
Evet bugün o gündü
Bugün dostlarımı ağırlayacağım,o uzun masada oturacağımız 5 yıl öncesinde konuşulmuş o günün devamı olan gündü bugün.
Yıllardır hayalini kurduğum,her masamızda sohbetimize dahil olan,benimle birlikte dostlarımında çok istediği,dualarımda hep en ilk sırayı alan,kitaplarıma yuva olan,beni saklayan,koruyan,büyüten tam da konuşmanın bir anlam ifade etmediği zamanlardan geçerken,bana sessiz kalma,kalabilme şansı veren şahsına münhasır mekanımı açabilmiştim.Artık kendimi ait hissettiğim,mutfak raflarına kitaplarımı dizebildiğim,her daim kahve kokan,bir müslüm baba,bir müzeyyen abla çalıp kimsenin gönlü kalmasın diye başladığım sabahlarım,akşamlarım,gecelerim vardı.

Bahçeme kurduğum 20 kişilik masam dostlarımı bekliyordu.
Onları ağırlamak için bu mevsimi istemiştim..
Eylül'ü beklemiştim.
Çünkü Eylül,gelişlerin en güzeliydi.
Bu masada oturup saatlerce seslerimizin birbirine karışmasını,çatal bıçak seslerinin büyük bir uyum içinde,seslerimize eşlik etmesini istemiştim.Rüzgar hafif hafif eserken,her birinin omuzlarına şalları bırakmak,çedene kahvesinin ocakta usul usul,acelesi olmadan pişmesini beklemiştim.Küçük sarı ışıkların aydınlattığı bu masa da en çok onların gözlerindeki işte bak geldik,yine beraberiz ışıltısını görmek için çok beklemiştim.
anlatacağım,anlatacakları ne çok şey vardı bir bilseniz.
Onlardan ayrı geçen 5 sene boyunca her gün bugüne uyandım ben.Karşımda duran o güzel resmimize bakıp olanları anlattım,elbette telefonda konuşuyorduk,teknoloji çok gelişmiş olsa da bizim özlem duygumuz kadar dallanıp budaklanamamıştı.
Biz eskiydik ve hep öyle kalacaktık.En güzel olan en değerli olan eski kalmaktı çünkü.

Yıllardır yazmayı hayal ettiğim hikayemin kahramanları bahçe kapısından teker teker gelmeye başladı.
Her birinin ellerine laleleri veriyorum.
Eylül'ün en güzel çiçeğiyle karşılıyorum onları.
İnsan içini açmaya görsün,beyazlarla mavilerle boyuyor her yeri.Beyazım bugün,maviyim bugün.
Gün olur asra bedel demişler ya,gün bizim,gece bizim,dünya bu geceliğine bizim.
Bizi yıllardır bir arada tutan,o ince çizgide beraber yürüdüğümüz zamanların,
'yalnız hüznü vardır kalbi olanın'sözünü kendimize kalkan yapmış,inancımızdan ve kırılmışlığımızdan başka hiç birşeyi olmayan,an'dan çok anlama gönül veren ve böyle yaşamaya talip olan bir avuç insanız biz.

Şimdi bana bakan bu güzel gözlerden hariç herşeyi sessize alabilirim.
Hayallerimin doğurduğu bu mutluluğu masanın baş köşesine koyup bende sandalyeye oturuyorum.
Sizlere güzel bir sürprizim var diyorum.
Birazdan Turgut Uyar gelecek,
Zarif adam Cahit Zarifoğlu gelip yedi güzel adamı anlatsa,
Tabi Didem Madaksız olur mu?
hepimize birer Ah'lar ağacı hediye etse.
Nazım Hikmet o deli mavi gözleriyle o kadar sevdayı nasıl bir kalp de taşıdığını anlatsa da kızsak ona,biraz içerlensek.
Cemal Süreya bir şiir okusun bize,uzun uzadıya eylül'ü konuşalım.
Özdemir Asaf güzeller güzeli laviniasından bahsetsin,
Ve canım Sabahattin Ali.
Desin bakalım döksün masaya o güzelim şarkılara nasıl bir hayat feda ettiğini.
Edebiyat'ın bu dev temel taşlarının yanında bizim bugünlerimize eşlik eden çok değerli büyüklerimizi de davet ettim.
İsmet Özel,'yaşamak umrumdadır'diyip masamıza otursa
İbrahim Tenekeci abimizin o temiz naifliği olmazsa masa eksik kalır.
Mustafa Kutlunun o güzel hikayelerini kahve içerken dinlemezmiyiz ?
Müslüm babanın şarkılarını Muhammed Berdibek çalsın değil mi?
Müzeyyen abladan da dinleriz;benzemez kimse sana,size,sizlere.
Ve tabi ki Tarık Tufan.
Onu tanıdığım ilk günden beri,kitaplarını kalbimin en üst raflarına dizdim.
Şimdi gelse raflardan teker teker alıp kitapları okusak ?
Ve fısıldasa tekrardan;'yalnız hüznü vardır kalbi olanın'diye.

İşte şimdi başlasın gece.
Hoşgeldiniz dostlarım.
Hüznümüz bol,kahvemiz sıcak,gecemiz uzun olsun.
Siz olmasaydınız olmazdı.
Varlığınıza bin minnet!






#aksamolduhuzunlendim

Aynadaki Beyazlık

29 Temmuz

1 Mart 2013.

iki tarafı kocaman dağlarla çevrili yolda minibüsle ilerliyorduk.
Kar taneleri camlara vuruyordu.
Kulaklığımda Zeki Müren vardı,ardından Müzeyyen abla gelecekti.
Minibüsün içi öyle sıcaktı ki cama değen kar taneleri anında eriyordu.
Oturduğum koltuğa iyice yaslanıp gözlerimi kapattım.

4 yıl sonrasını hayal ettim.26 yaşındaydım.

Upuzun bir masa..
Tüm sevdiklerimin oturabileceği yeterli sayıda sandalyenin olduğu,bembeyaz örtünün serildiği,renk renk çiçeklerin süslediği,herkesi gerçekten mutlu olduğu,masa daki en önemli unsurun samimiyet olduğu,kahkahaların birbirine karıştığı,balonların;en çok da balonların olduğu bir masa..
Rakamlı altın sarısı balonlar.
Üzerimde uçuş uçuş bir elbise,iki elimden tutan iki tatlı çocuk ve arkamda duran bir sevda.
Annem ve Babam masanın baş köşesinde,
herkesin beni sevdiği için toplandığı o gece.

Evet 4 yıl sonrası 1 Mart böyle olmalıydı.

Gözlerimi açtım,gerçek olmasını dilediğim hayalden.
Önümde kocaman 4 yıl vardı ve ben 26 yaşındaydım.

Zamanın hızlıca geçebildiğini,her hayalin gerçekleşmediğini,insanların sevemediğini,samimiyetin artık kitap aralarında saklanan bir çiçekte ya da altı çizilen bir cümlede kaldığını,upuzun masayı bırak,iki kişilik masalarda bile oturup konuşamadığını bilmiyordum.

Ve tabi ki Nasip.
Herşeyin nasipten öteye gidemediğini.

Tekrar cama değer kar tanelerini izlemeye başladım.
O an'lar içim o kar taneleri kadar özgür ve bembeyazdı.

4 yıl sonrası.
Ayna karşısında kendimi arıyorum.
Ne zaman anlamıştım hayalimin olmayacağını?
Hangi masada,hangi şarkıda hangi yolda?
Ne zaman bilmiştim artık insanların sevemediğini?
Sorularımın cevaplarını arıyorum bana bakan gözlerde,
sonra sokaklara çıkmak istiyorum,önüme gelene sormak istiyorum.
Durakta otobüs bekleyenlere,ay başı geldiğinde maaş almak için dört gözle bekleyenlere,mesainin bitmesini bekleyenlere,sokağı temizleyen çöpçülere,ekmek sırasında bekleyenlere,güneşin doğuşunu ve batışını bekleyenlere.Yeryüzünde birşeyleri bekleyen herkese sormak istiyorum.
Ne ara bu kadar kayboldum ben?
Sorular ve kuşkular bir defa insan içine yerleştimi,
eski eşyaları içte içe kemiren tahtakurdu gibi,insanın içini boşaltıyor.

Odaya taş gibi oturan sessizliğin içinde,ayna da gördüğüm bir görüntüde takılıp kalıyorum.Saçlarım.
Saçlarımın tepesinde toplu bir şekilde olan beyazlık.
Ne ara oldu bu diyorum,birden mi beyazladı?
Zamanın yok edici gücüne dayanamayan saçlarım oldu demek ki,
hayallerimden önce.
Yoksa ikisi de aynı an damı oldu?
Mesela 1 Mart akşamı,omuzlarım düşük,gözlerim yaşlı,ellerim boş eve dönerken,direk yatağa girip,yastığa yüzümü kapatıp sesim duyulmasın diye içine içine ağlarken öyle bir an damı olmuştu saçımdaki beyazlar?
Hepsi birden mi olmuştu,yoksa teker teker mi beyazlamıştı?

İçimde geç kalmış olma duygusu,bir daha ele geçmez,geri gelmez yılların yüzümde bıraktığı o hüzün.Saçımı beyazlatan yılların içimi kemirmesi,tahta kurdu gibi.Eski bir kente özlem duygusu.Yollarına çizgiler çekilen,taş sektirmeceler oynanan,sevdalıların duvarlarına isimler yazdıkları,annelerin pencerelerden sarkıp çocukları eve çağırdıkları,fırından alınan ekmeğin ucunun ısırıldığı,samimiyet kokan o sokaklara dönememenin kederini izliyorum yüzümde.

Yavaş yavaş bitiyor hayat,biten şeyler çaresizliğimi hatırlatıyor bana.

Aynadan kendimi alıp,anneme gidiyorum.Anne bak,bak anne diyorum.
Bakıyor çok dikkatli bir şekilde.
Ne zaman oldu diyor,başımı iki yana sallıyorum.
Annemin pamuk gibi bembeyaz saçlarına bakıyorum,ellerimi gezdiriyorum.
Ne ara bu kadar beyaz oldu anne?Birden mi oldu?
Sende özlem duydun mu,yıllar saçını eskitirken geçmiş zamanlara?
Hiç hayal kurdun mu 4 yıl yada daha sonrası için?
Anne!

hayatın nasibinden öteye gideceğini düşündün mü hiç?

Sakın koparma çoğalır diyor.
Artık geriye dönemediğim zamanların içimde kopardığı fırtınayı bilmeden.





#salcaliekmek

Edibe Hanım

23 Temmuz

19 yıl öncesi.

Bahçeli bir evin kapısından içeri giriyoruz.Mutfakta mis gibi kızartma kokusu.Mutlaka yanında salçalı ekmek de vardır.Fonda çalan şarkı Zeki Müren.Mutfaktan bahçeye açılan o kapıya koşuyorum.Bahçe yeni sulanmış,çiçekler cıvıl cıvıl.İki muhabbet kuşunun cilveleştiği kafes bahçenin baş köşesine asılmış.Masanın gök mavisi örtüsü serilmiş,kaşık ve çatallar dizilmiş,etraftaki çiçekler ile uyumlu tabaklar gelecek birazdan.İçine nane yapraklarının bırakıldığı limonata şişeleri akan suyun içine koyulmuş,buz gibidir şimdi.Bahçeye kurulan tahta divana oturup ayaklarımı sarkıtıyorum aşağıya doğru,buraya gelirken annemin aldığı horozlu şekeri yiyorum.Uçuşan perdelerin arasından teyzem görünüyor.Elinde ki tepsiyi masaya bırakıyor,içinde en çok sevdiğimiz salçalı ekmek.Bu yeryüzünde yiyebileceğim en güzel salçalı ekmek.Şekeri bırakıyorum,alıyorum birtane tepsiden.Teyzem göz kırpıyor bana.Ayaklarımı sallamaya başlıyorum,salçalı ekmek ne kadar güzelse ben de o kadar mutlu bir çocuğum o an.

19 yıl sonrası.

Bayram sabahı.Telefon çalıyor.Telefonun ucunda küçük teyzem
O kadar büyük ve karmaşık bir sesle ağlıyor ki ne dediğini anlayamıyorum.
Edibe diyor.Kapatıyor telefonu.Kalıyorum öyle.Onun artık olmadığını,bir hayatın bittiğini nasıl söyleyebilirim anneme?Odaya giriyorum anneme bakıyorum,Edibe diyorum,Edibe Hanım diyorum,Teyze diyorum,en güzel salçalı ekmeği o yapardı diyorum.Annemler hastaneye,ben bahçeli eve gidiyorum.Kapısında bir sürü ayakkabı var,içeri de bir sürü gözyaşı,hepsinden kaçıp,mutfağa geliyorum,mutfaktan çıkıyorum bahçeye.
Yılların hesapsız geçtiği,geçerken bu bahçeye de uğradığını görüyorum.Teyzemin saçlarını savurduğu,şen kahkalarının yükseldiği,muhabbet kuşlarının cilveleştiği,binbir renk çiçeğin yetiştiği,en güzel masaların kurulduğu,en uçsuz bucaksız hayallerin kurulduğu,en lezzetli salçalı ekmeklerin yenildiği ve en güzel uykularımı uyuduğum tahta divan yok artık.
Yere çöküyorum.Yere oturma kızım,beton çeker diyen teyzemin sesinin de gittiğini biliyorum.

İçerideki kalabalığın bir kaç gün sonra dağılacağını biliyorum.Daha sonraki günlerde herkesin sessizleşip kabulleneceğini bir vakit sonra unutup,hayatın çarkında dönmeye devam edeceğini de biliyorum.Bu evin kapatılacağını,anılarımızın bu bahçeye gömüleceğini de biliyorum.
Hayatta ki her olumsuz duruma bulabileceğimiz çareleri de biliyorum,bulamazsak bile zaman denilen en büyük sığınağımıza bırakacağımızı da biliyorum.

Birini kaybettiğim zaman,yokluğunu kabullendiğim an geriye tek bir şey kalıyor.

Özlemek.
Özlem duygusu,ciğerlerine çöküp,boğazına oturan,aldığın nefesi verememen,uzaklara dalan gözlerinin aradığını bulamaması,çayın bardakta soğuması,o kitabın hep yarım kalması,kapının çalmaması,masaya bırakılan tek tabak,fotoğraflara bakıp eski ama tanıdık bir çift göz aramak,radyodaki şarkılardan fal tutmak,hep beklemek.

Tecrübeler acıdır ve binlerce acı tecrübem var.
Annemi teselli edecek kadar cümlelerim de var,Zeki Müren dinleyecek kadar yüreğim de.Ölüm'ün bir bitiş değil,yeni bir başlangıç olduğunu öğrendiğim,aklımı yitirmeme engel olan inancı içime koyan bir Rabbim var.

Herşeyi bu kadar bilirken,bu kadar aklım başımdayken,burda size bunları anlatıp güçlü olduğumu göstermeye çalışırken;
eğer bir gün salçalı ekmek yemek istersem ne yapacağımı bilmiyorum.
Benim de bilmediğim şeyler var tabi.
İnsanım ben,acizim.
Bildiklerim,bilmediğimi ezip geçemiyor,artık kapısı açılmayacak bir evin,perdesinin uçmadığı,içinde kızartmaların yapılmadığı,Zeki Müren'in çalmadığı,yalın ayak gezdiğim o eve artık gitmeyeceğimin acısını nereye koyacağımı bilmiyorum.


Edibe Hanım;

Hüznü bol,acısı her daim taze,hep yarım,tamamlanamayan insanlarız biz.
Her geçen gün birer eksilip,kaybettiklerimizin yerine koyamadıklarımızdan ibaretiz.Mutluluklarımız;senin naftalinle sarıp sandığına kaldırdığın,gelinliğinin duvağı gibi.Öyle sarıp sarmalamış,öyle derine saklamışız ki kimseler bulamasın.Bende salçalı ekmek yedirdiğin o yılları kalbimin en derinine gömüyorum,senin sandıkta en derine sakladığın mutlulukların gibi.

Mekanın cennet olsun.

 

#eksikbirseymivar

Sayıklamalar

18 Haziran

Gün başladı.

Güneş tepede.
Kuşlar balkondaki çiçeklerin etrafında toparlandı.Karşıdaki okul inşaatının işçileri elindeki çekiçlerle çivileri duvarlara çakmaya başladı.Herşey uyandı.Herşey olması gerektiği gibi.Bu yataktan çıkmalı tam karşımdaki aynada kendimi hazırlayıp hayata karışmalı.Birazdan babam odamın kapısını tıklatıp uyandımmı diye kontrol edecek.2 sene öncesinde sütü ısıtıp kapının önüne bırakırdı,sonraları ben büyüdüm dedim babama.Büyüdüm baba.Süte ihtiyacım yok.Başka şeylere ihtiyacım vardı,babam bilmiyordu bende dile getirmiyordum.Dile getirilmeyen herşeydi aslında beni büyüten.Babama söylemeden büyüyordum,bu yüzden babam bilmiyordu sütü ısıtıp bırakıyordu kapımın önüne.Söylesem anlarmıydı ?Şimdi bu yazdıklarımı babam okusa diyecekki;kızım niye böyle şeyler yazıyorsun,bilmediğimiz bir derdin mi var?Belirsizlik diyecektim,belirsizlik var ya onu ortadan kaldırsak belki birşeyler daha güzel olacak.Nasıl olacak bilmiyorum ama böyle olmayacağını biliyorum baba.O da bana;kızım çok okuyorsun,çok dalıyorsun herşeye.Tamam ben sana okuma demiyorum oku tabi ama kendini bu kadar yorma,kendi kendini çok dinliyorsun,bu kadar dinleme!diyecekti.Ben demedim o da demedi.Yorganı üstümden atıp,babama diyeceklerimin hepsini yorgan altına koyup,yatağın üstünü kapadım.
Aynanın yıllardır aşina olduğu,benimse uzun zamandır tanıyamadığım yüzü hazırlayıp çıktım evden.
Binlerce anlam taşıyan yüzüm,anlaşılmayı beklediği insan kalabalığına karıştı.
Yerini yadırgamadan,kendini olduğu yere ait hisseden insanlara imrenerek bakıyorum.10 yıldır duvarlarına baktığım,her halimin resmedilmiş halini gördüğüm ofisi bile benimsememişken!
Mesai dolduracaz diye yaşayamadığım hayatın,boşa geçen zamanların hesabını soracağım bir yer var mı?
Minibüs geliyor,biniyorum.Turgut Uyar'ın dediği gibi;
Şimdi otobüs gelir biner gideriz,
Dönmeyeceğimiz bir yer beğen,başka türlüsü güç.

Tabi bu sadece o güzelim şiirde kalıyor.
Bizim gideceğimiz yer de belli,tekrar döneceğimiz yer de.
Şoföre parayı uzatırken;abicim bugün yine kırık döküğüm,çal şurdan bir müslüm baba,iyice dağılalım toparlanması zor olsun,bir kere de toparlanmayalım,bir kere de olması gerektiği gibi değil de olmaması zor olan birşeyler olsun.
Zaten kitaptan bir cümle takılmış kalbime çengelli iğne gibi;
Herşey güzel olmayacak,biz hep imtihan olacağız.Şoför abiye de diyemiyorum diyeceklerimi cebime koyuyorum,geçip oturuyorum koltuğa.
Radyo da başlıyor eski bir şarkı.
Hala radyo da çalan şarkılara inancımı yitirmediğimin farkına varıyorum.
Çünkü bir yerleri yokluyor o şarkılar,yaralarım var.Baksan göremezsin ama biliyorsun orda bir yerlerde.
Babama söylesem aç bakayım,ecza dolabındaki o kremi al sür  hiç birşeyin kalmaz der.Bizim evdeki tüm yaraların tedavisinde o kremi kullanır babam,hiç birşeyi de geçirdiği yok ama bir kere inanmış onun işe yaradığına.
Benim eski şarkılara inandığım gibi.Şarkı bitmeden yol bitiyor,iniyorum minibüsden.Bak gideceğimiz yer belli Turgur Uyar abi.
Durup gitmek istemiyorum,kalsam içimdeki keder öldürecek beni.
Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgi üzerinde yürüyüp gidiyorum masaya.
Memur değil şair olmalıydım ben baba,duyuyormusun beni?
Bu hayatın merhametsizliğinden değil,yazdığım her kelimeden dolayı acı çekmeliydim.
Her sabah evden çıkarken kapı önünde oyalanmam bu yüzden biraz da,ayaklarına sarılmak istiyorum baba.Beni bırakmamanı istiyorum.
Yalvarırım beni gönderme şu kapının dışına.
Şu kapının dışındaki dünya ile,senin balkonda saksılara ektiğin çiçekler arasında çok ince bir ayrıntı var.
Ne o biliyormusun?Umut.Umut var baba.
Her sabah suladığın çiçeklerde umut var,yaşam var ama şu kapının dışına çıktığında çiçekleri basıp geçiyorlar,umudu yok ediyorlar baba!diyemedim.

Anlatamıyorum baba,
Çünkü ben şair ya da yazar değilim.
Aslında yazıyorum ama sana okutamıyorum,çünkü dertli olduğumu düşünüp dertlenmeni istemiyorum.
Yaşıyorum baba,nefes alıyorum hala.
Boğazımdaki yumruk buna engel değil,hatta her nefes aldığımda o yumrugun batması da sorun değil lakin neden baba ?

Bak bu çiçekler,şu kapının dışı,radyoda ki o eski şarkı
ama en çok da 10 yıldır oturduğum bu masa.
oturdum ağlıyorum baba.
Biliyorum sen şu an balkonda çiçeklere su veriyorsun.
Baba.
Sen sanki dünyanın diğer ucu gibisin.

#hatiradefteri

İstanbul

03 Haziran

3 yıl öncesi.
Ağustos sabahı.
Telefonumdaki termometre 40 dereceyi gösteriyor.
İçim yine gitmelere hazırlanmış ama gidemiyor.
Mutfağa gidip 2 kahve yapıyorum az şekerli.
Çayı şekersiz,kahveyi az şekerli severdi.
Ben bol şekerli severdim ama az şeker de yetiyordu,
çünkü onunla içiliyorsa kahve zaten kendiliğinden şekeri bollaşıyordu.
Kahveleri alıp masasına gidiyorum.
Başını bilgisayardan kaldırıp,kahvenin tadına tat katacak kadar anlamlı olan gülümsemesini gönderiyor.
Kahveyi yanı başına bırakıp karşısındaki koltuğa oturuyorum.
Konuya nasıl girsem diye düşünüyorum,ayağa kalkıp iki yürüyorum ve sonra gülümsemesinden aldığım cesaretle soruyorum;

Sana bir şiir okuyabilir miyim?

Başını kaldırıp önündeki dosyayı kapattıktan sonra arkasına yaslanıyor.
Yine o gülümseme ile;

-Nerden çıktı şimdi?
+içimden geldi.Hem belki okuduktan sonra güzel bir teklifte bulunabilirim sana.
-Hım.Güzel bir teklif demek.
Peki.Oku bakalım.

Sanki büyük bir kalabalık önünde şiir okuyacaktım.Öyle heyecanlı öyle tedirgin.
Ya beğenmezse?
Gidip masamdan defterimi getirdim.
Gözlerine baktım,ben bu adama İstanbul kadar aşıktım.
Başladım okumaya,hiç durmadan nefes bile almadan bir çırpıda bitmişti.
Tekrar gözlerine baktım.
Bir kırgınlık bulutu geçiyordu,üzülmüş müydü İstanbul'u bu kadar sevdiğime?

+Evet,şiir bu kadar.
Şimdi söyle bakalım,benimle güzel anılar biriktirmek için bu şehre gelir misin?

O kırgınlık bulutu hemen dağılıvermişti,dudakları kıvrılmıştı güzel gülümsemesiyle.

-E gel bakalım o zaman takvime,ne zaman gidebiliriz?
+Nasıl yani?Gerçekten mi ?
-Eğer hemen yanıma gelmezsen vazgeçebilirim.

Kocaman gülümsemiştim.Muhtemelen 32 dişimle birlikte.
Annem olsa öyle derdi.

Yanına gittim,.
O bunaltıcı ağustos sabahın da Kasım ayına iki uçak bileti aldık.
Güzel İstanbul'a,güzel sevdiğimi götürecektim.
Şanslıydın İstanbul.Güzelliğine güzellik katmaya geliyorduk.
Kahvelerimiz o sıcakta soğumamıştı ama tazeliyorum dedim.
Tazele bakalım dedi.
kısacık mesafesi olan mutfağa uçarak gitmiştim ve artık günleri saymaya başlamıştım.

3 yıl sonrası.
Haziran sabahı.
Hava o kadar soğuk ki hala yorganları kaldırmadık.
Yataktan hafif doğrulup yanı başımda duran defteri aldım.
2009 yılında İstanbul için yazdığım şiir defterin ilk sayfasından bana bakıyordu,
İstanbul'a ikinci gidişim ama ilk şaşkınlığım.
Gezilmedik yerini bırakmamıştım.
Yine kasım ayıydı.
Sevmeyi bilmiyordum.
Toydum,eksiktim.
Ama elim kalem tutuyordu,
dönüş yolunda İstanbul'u sevmiş hatta aşık olmuş biri olarak O'na bunları yazmıştım;

Bir düş bahçesinde yürüdüm,dalgalanan sularına bakıp üşüdüm.
Basmadı yere ayaklarım,bir hayal aleminde uçup durdum.
El vurdum toprağına sustum.
Gerçek misin sen Ey İstanbul!
Dik yokuşlarında nefes nefese kaldım,bir adım öte de Eyüb'ü gördüm ağladım.
Yankılandı ezan sesi,sesle yaralandım.
Dua ettim camilerinde,yüzümü yere eğdim Rabbim'e sığındım.
Yağmur değdi cama rahmetin geldi,büyüklüğüne bir kez daha inandım.
Yürüdüm erenlere,nargilemi yaktım önüme aldım,
Bin bir çeşit insanı seyre daldım.
Topkapı da yaşadım maziyi,ortaköy de konuştum martılarınla,
Balığın en güzelini tattım saltanat kayığında.
Büyüdün İstanbul,çok büyüdün.
Rüya gördüm sanki beyoğlunda,karıştım istiklalin kalabalığına.
Bir çay bir de sigara derken vardım taksimin tadına.
Aldım başımı gittim bir kıyı kenarına,
yağmur vurdu sanki dudakların değdi alnıma.
Başladım ağlamaya.
Sen nesin kimsin İstanbul?
Herşey sendeyken ve herşey senken ne istersin benden?
72 millet taşırsın kollarında,neyine çaredir bu beden?
Tutsağım havana taşına toprağına
Aşık oldum sana,aşık oldum İstanbul.
Söz kestim yüreğine,gömdüm yüreğimi sularına,
Bedenimi alıp gidiyorum,yüreğim sana emanet.
Belki bir gün yine kollarında uyurum belki.
Tutsağım mavine denizine,

Sen içimde bitmeyen masal.
Aşık oldum sana,aşık oldum istanbul.

Bunlar dökülmüştü içimden.
Bir de defter arasından düşen o resim.
2014 yılının kasım ayında Ortaköy de çekilmiş,
Dünyanın en güzel şehrinde dünyanın en mutlu iki kişisi.
İstanbul'a gitmiştik,
Hep İstanbul kadar sev beni demişti.
Sevmiştim.
O da İstanbul'u benimle sevmişti ama beni sevmeye devam edemedi.
Artık resimlerde kalan ve bir defter arasında saklanmış güzel anılar biriktirmiştik.
Hepsi bu kadardı.



#sevecekmisgibisin

Aysel Abla

28 Mayıs

Herkesin doğup büyüdüğü ve kocaman adam olduğu bir mahalle vardır,
hele biraz da eskilere gidersek mahalle kültürüyle yetişmiş bir sürü insanımız vardır.Mahalleli olmak ayrı bir olaydır.
Şimdi koca koca sitelerde yaşayıp kapı komşusunu bile tanımayan binlerce insanı göz önüne alırsak ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

Bizim mahalleden bahsedeceğim size.
Bizim mahallede yaşanan büyük aşklardan dem vuracağım bu gece.
Zira bizde sevmeyi az biraz ucundan bildiysek bu sevdalara şahit olduğumuzdandır.

Mahallemizin kanı deli akan bir abisi vardı.Hakan abi.
2 kişi ancak sığardı berber dükkanına ama mahallenin tümünü taşıyacak yüreği vardı.Dükkanın duvarlarında Ferdi Abinin,Müslüm ve Orhan Babanın afişleri asılıydı ve her sabah sırasıyla kasetler değişir şarkılar ateş ederdi.Beyaz gömleği siyah pantolonu siyah kundurası ve elindeki bal sarısı tesbihi ile bir örnekti mahalleli gençlere.Öyle kabadayılık yoktu o zamanlar herkes delikanlı herkes yeri geldiğinde dayı ama herkes merhametli ve ahlaklıydı.Saygıda kusur etmezdi hiç kimseye.Büyük ile büyük küçük ile küçük olur ama en çok da hakan abi olurdu herkese.Birinin varsa çıkmaz bir işi hakan abi hallederdi,birinin olmazsa kıza ısmarlayacak çay parası hakan abi ordaydı,biri evlenir para toplanır en çok hakan abi verirdi,yaşlısı genci gider hakan abiyi bulurdu yeter ki ALLAH hakan abinin canına sağlık versindi.Kanı deli demiştim ya hakan abi için,mahallenin büyük amcaları ona delibaş derlerdi.
Deli hakan,delibaş hakan,jilet hakan,arabesk hakan,berber hakan en sonda sevdalı hakan oldu.Hem de ne sevda..

Mahallenin gülü Aysel Abla.Güzellik kelimesinin vücut bulmuş haliydi.Bizim oturduğumuz apartmanın karşısında ki 3 katlı evin en üst katında otururdu.Ne zaman balkona çıkıp çamaşır assa mahallenin tümü onu izlerdi.Çamaşır asma işini bir insan ne kadar güzel yapabilirdi ki?Benim annemler de çamaşır asardı ama aysel abla başkaydı.Astığı çamaşırların beyazlığından gözümüz kamaşırdı o nasıl bir beyazlıktı öyle aysel abla?Annem değil sadece tüm kadınlar aysel ablayı kıskanırdı,güzelliği değil ha oraya gelene kadar çamaşırlar vardı.Ha bir de gözleri.Bahar geldiğinde çimenlerin rengi yeşildir ama yağmur yağdığında daha bir koyulaşır ya işte aysel ablanın gözleri ondandı.Bunu da hakan abi söylemişti.Böyle ne açık ne koyu yeşil,ikisini harmanlamış da ayselin gözlerine bahar'ı koymuş Rabbim derdi.Aysel abla,Hakan abiden 4 yaş büyüktü,büyüktü de bu hakan abinin deli gibi sevdalanmasına engelmiydi?
Tabiki değildi hakan abi aradaki 4 yaş farkını 4 kere çarpar,5 kere toplar,yine severdi.Öyle de oldu zaten.
Hakan abi,çok sevdi.

Gel gelelim aysel ablaya.
Aysel abla,mahallede ki tüm kadınların içinin çektiği bir güzelliğe sahipti.Ben aysel ablaya bakardım sonra gelip aynada kendime bakardım,bir de gidip hakan abinin dükkanının camından kendime bakardım.Ben o zamanlar 14 yaşındayım aysel abla 30.Bence aysel abla doğduğu an itibariyle bu güzelliğe sahipti,tüm mahalleli olarak bu konuda hemfikirdik.Aysel abla güzeldi de keşke bahtı da güzel olsaydı.Bir kere evlenmişti.Kocası vefasız kadir kıymet bilmeyen biriymiş,ilk zamanlar çok sevmiş,çok kıskanmış evden bile dışarı çıkarmamış.İlk zamanlar aysel ablanında hoşuna gitmiş ama zaman ilerledikçe bu sevgi zulüme dönüşmüş.Cama çıkma kapıya çıkma anana,babana gitme derken,hayat zindan olmuş aysel abla için.Sonraları olaylar büyümüş hergün dövmeye başlamış kocası.Bir yolunu bulup evden kaçmış ailesine sığınmış ama onlarda sahip çıkamamış kızlarına.Bir küçük kız kardeşi varmış onu da aldığı gibi kaçıp gelmiş bizim mahalleye.Elde yok avuçta yok,mahalledeki apartmanların merdivenlerini silmeye başlamış.Tabi bizim mahalle imece usulü para toplayıp yardım ederdi aysel ablaya ama o kimseye muhtaç olmak istemezdi.O güzelliğine bir de mağrurluk eklenmişti.Yüzündeki o çizgilerin her birinin başka bir anlamı vardı.Güzelliğim çektiğim çileden geliyor der gibi bakıyordu.
Bazı insanlar vardır öyle,çektiği dert ile güzelleşir,başka bir hoş olurlardı.Aysel abla onlardandı.Hakan abi de bu hikayeyi biliyordu ya,daha bir sahiplenmişti aysel ablayı.Öyle hissettiği sevdayı dile getirmemişti ama hepimiz biliyorduk.Hem delikanlı adam sevdasını dile dökmezdi,yürekten yüreğe giden yol da sessiz sedasız ilerlerdi.Aysel ablanın işe gittiği vakitleri bilirdi ya,işte o dükkanın önünden geçmeden 15 dakika önce dükkanın önüne su serpilirdi.Dükkanın içinden gelen o gül kolonyasının kokusu tüm mahalleyi sarardı.Radyo bangır bangır çalardı,e tabi Orhan Baba da az değildi.
Sanki arka planda oturmuş almış eline sazını bizimkiler için söylüyordu;

Her günün ardında senden bir ümit var
Hep gelecekmiş gibisin
İçimde bir duygu gözümde bir hayal
Sanki sevecekmiş gibisin.

Aysel abla gelir geçerdi o dükkanın önünden,biz kaldırımda oturur bu sahneyi izlerdik.Aysel abla hafiften o bahar gözlerini hakan abiye çevirir,hakan abi orda canını teslim etmemek için dua ederdi.Aysel abla bir geçerdi,rüzgarından biz nefes alamazdık.Öyle geçip giderdi,bir geçişi 1 dakika bilemedin 2 dakika sürerdi ama bize bir ömür gelirdi.Biliyorduk bizde,aysel ablanın da meyli vardı bizim abimize.Yoksa öyle bakmazdı,bakamazdı.Bu böyle 6 ay devam etti.Biz her akşam vakti toplanıp,toplanıp dediysem benimle aynı yaşta 2-3 mahallenin çocuğu,kaldırıma oturup bu filmi izledik.İzledik,izledik de ne okuduğumuz kitaplar da ne izlediğimiz filmler de mutlu sonu görebildik.O vefasız koca gelip aysel ablayı bizim mahallede de buldu,huzur falan bırakmadı.Her gece kadının kapısına dayandı,küfür hakeret bağırış çağırış ardından gelen polis arabaları.15 gün böyle devam edince bir sabah aysel abla üç-beş parça eşyasını da toplayıp mahalleden gitti.Sabah kalktık perdeler yok,çamaşırlar yok.Koşup gittim hakan abinin dükkanına.Dükkan mıh gibi kapalı.
Hakan abi ıspartaya gitmiş,orda bir asker arkadaşı varmış.Arkadaşının kahvehanesi varmış orda çalışacakmış.Bir daha gelmeyecek dediler.
Ne de kolay söylediler.

Aysel abla gitti de hakan abiyi de bırakmadı bize.Dükkanın karşısında ki kaldırımda oturup belki gelir ümidiyle bekledik epey bir zaman.Gelmedi.O dükkanın kapısı bir daha hiç açılmadı.Aysel ablanın oturduğu eve başkaları geldi oturdu ama o balkona bir daha öyle bembeyaz çamaşırlar asılmadı.Aysel ablanın ardından mahallenin tüm kadınları dedi ki;ALLAH çirkin şansı versin,güzeldi de ne oldu sanki,ne yuvası oldu ne hayatı.Ordan oraya göçmen kuşlar gibi.

Biz mahalleden taşındık,uzun zaman yolum düşmedi,düşer gibi olsa da ben gitmek istemedim.

Sonraları mahalleden bir arkadaşı gördüm,

hakan abinin dükkanı ne oldu dedim,
dükkan yıkıldı dedi kentsel dönüşüm bizim mahalleye de uğradı.
Ya aysel ablanın evi?
O nu bırakırlar mı?O evi de yıktılar ardından.

Popüler Yayınlarım